Nese-Ozgen-Makaleler
SABRO

KADERİNİ KENDİSİ YAZMAYI HAKETMİŞ BİR ŞEHİR: BeytZabdey/Hezex/İdil

İdil’i her zaman özlemle anıyorum. Akademideki yerime dair bana kendi içimde bir devrim yaşattı. Nasıl bir insan olmaya karar vermiş olduğum ve bunun hataları üzerine düşünmemi sağladı. Yaklaşık 13 yıl hemen her fırsatta ona koşarak, anlamaya çalışarak ve zaman zaman da vatandan kaçıp onun koynundaki yurda sığınarak geçti. İnsanın yurdunu göremeyince nasıl bir acı çekilebileceğini, 1998’de düzenlediğimiz ‘İdil Gecesi’ne davet ettiğimiz İdillilerin konuşmalardan çok İdil belgeselini izlemek için heyecanla beklediklerini gördüğümde ilk kez anladım: Yıllardır görmedikleri memleketlerinin son halini merak ediyorlardı. O zaman İdil’in her vakit bir sürgünlük yeri olduğunu idrak etmiştim; sürgün sırayla uğruyordu tüm İdil halklarına Ezidisine, Süryanisine, Kürdüne…Sonra bana da uğradı işte. İdil’deki hemen herkesin kaderinde sürgünlük en az bir kez olsun vardır. Bunu yazın bir kenara. Ama bazılarının kaderine İdil’e hiç dönememek de yazılıyordu. Bunu Amu Fıtrıs’la tanışıp ondan başka bir İdil tarihi dinlerken anladım. Bunu da yazın.

Göreceğiniz üzere kendisi küçücük ama tarihi, hikayeleri ve hayatları çok dolu bu yerleşimin kişisel tarihimde önemli bir yeri var. Aslında yolu İdil’den bir kez dahi geçmiş olanların hepsinin kişisel tarihine bir iz aldığını düşünürüm.

İdil hepimizin hayatına esaslı bir çizik attı: Varolsun. Zira varolmasının onurlu hikayesi, saygıyı çoktan hakkediyor.

Bir yeri neden ve nasıl severiz?  Daha önce hiç yaşamamış olduğumuz, insanları ve geçmişi hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bir yeri anlamak onu sevebilmek için yeterli değildir. Hatta gerekli de değildir. İdil’le ilk kez 1997’de karşılaştım. Pek tatlı bir karşılaşma değildi ikimiz için de: Birbirimizden ürküyorduk, o da bana güvenmiyordu (haklı olarak). Dahası benim bunca acı çekmiş, hırpalanmış bir yapıyı anlama sorumluluğumun kaygısı öyle yüksekti ki sonradan hayli yıl sürecek bir insomnia’yla uğraşmama yol açtı: Bir hata da ben yaparak, yanlışlara yanlış ekleyerek bir acıya daha sebep olmak istemiyordum. Önceleri hemen her yaz ve derslerden fırsat bulduğum her zaman aralığında, sonraları seyrekleşse de yılda birkaç kez mutlaka gittiğim ve hikayesindeki süreklilik ve kesintilerle etnografik bir monografisini yazmaya çabaladığım bu yoksul, hüzünlü, acısını çok derinden ve ancak öfkeyle söyleyebilen bu eskil yerleşimi bana sevdiren neydi? Zamanla artık kopmaz bir bağla içime yerleşen ve profesyonel deyimle antropolojik kazısını yıllar boyu sürdürdükçe daha çok benden olan, hep uzak ama hep kendini hatırlatan, bu şiddet ve kırım etnografyasının yükünü sırtında taşırken bir yandan da habire eteğindeki tüm hikayelerle ilerleyen şehri bana çok sevdiren neydi?

Direnciydi diye düşünüyorum şimdi: Aslında direnen bir şehirdir İdil. Bunu da ilk kez Amu Fıtrıs’tan İdil’in Süryani geçmişini dinlerken anlayabilmiştim. Şehir direnmişti. Hikayesini dinleyeni bulduğunda da makbul dönemlerin makbul mağduriyetlerine sığınmıyor ve en önce direnişi anlatıyordu.

İdil’de geçirdiğim şunca yıllık sürede şehir her seferinde başka bir saldırıyla sarsıldı, her umutla dirilişinin ertesinde yeniden utanca boğulduğu ve herşeyini tekrar aniden kaybettiği bir döneme açtı gözlerini. Küçücük birer çocuk olarak tanıdığım gençleri büyümeye fırsatları bile olmadan sevdiklerinin dudaklarına veda edip ya ölüme ya sürgüne yürüdüler, Süryani genç kızlar kaçırıldı, kiliseleri soyuldu, mezarlıklarının üzerine kocaman beton devlet lojmanları veya cemaat kursları dikildi, toplum birbirine kırdırılmak için inanılmaz biçimde parça pinçik edildi, cinayetler, sonu bir yere varmayan sözlerin hayal kırıklıkları, mülk gaspları… devam etti.  Ancak bu şehir hep direndi, hem de tüm bildiği direnme yeteneklerini hatırlayıp kullanarak ayağa kalkıp, üzerine atılmak istenen unutuluş toprağına itirazını örgütleyerek direndi.

Hep direnme gözledim ben İdil’de. Sanırım onu sevmemin nedeni budur. Bunu da yazın. Bana da ilk kez Amu Fıtırıs herkesin bildiği İdil tarihinden başka bir direniş tarihi anlattığında fark ettim. Size iki vakadan söz edeceğim: Birisi İdil’in geçmişindeki yakıcı, çok yakıcı ama topluluk hafızasında derine itilmiş bir şifre olarak Bebek Mezarlığı, diğeri de Timur Çeşmesi’nin hemen yanından başlayıp çepeçevre izini süreceğimiz ‘Sur’ların hikayesi:

Bebek mezarlığı: Çalınmış bir mektup kime aittir?

Size Bebek Mezarlığı’nın öyküsünü anlatacağım. İdil’e ilk gittiğimden itibaren uzun zaman anlamını ve hüznünü çözemediğim bir küçücük mezarlık. Şimdiki çarşıdan Belediye’ye doğru giderken, eskiden büyük kalesinin üzerine yapılmış olan Kaymakamlık binasının neredeyse hemen karşısına denk gelen sol tarafta, duvar dibine itilmiş ve hemen hiç belli olmayan bu hafıza mekanı ne anlama geliyordu? Anlayabildiğim kadarıyla bakımsızlığına rağmen eski bir mezarlık da değildi. Taşsız, yazısız, mezarlık olduğuna dair hiçbir iz barındırmayan bir küçük yercik. Neden bu kadar belirsiz ve bu kadar hırpalanmış o küçük alan bu kadar önemle vurgulanıyordu? Dahası ‘O yeşillikleri kesiyorduk, hayvanı salıyorduk içine. Ooooo (elini kalbinin üzerinden geçirip) nasıl bir Hristiyan öldürmüş gibi oluyorduk’ (2002 Korucubaşı görüşmesi, K. köy) diyebilenler dahi, bu yeri eliyle işaret ederken bir tür saygıyla davranıyordu. “Burası da bebek mezarlığı”. Belki 500 kez duymuşumdur bu sözleri. Kimse bu küçücük öbeğin görülmeden geçilmesine razı değildi. Ama neden?

Bana adresi ben olmayan bir mektup bırakılmıştı, ben bu mektubu nasıl açıp nasıl okumalıydım?

Birazdan söyleyeceklerimin ağırlığını biraz olsun hafifletmek için vardığım sonucu tezden söyleyeyim: Tabi ki bu çocuk mezarlığı İdil’in ilk memur-Müslüman mezarlığı, tarihi de ancak Türk memurların aileleriyle birlikte yerleşmesi kadar. Yani İdil’in sadece askerle zaptedilecek bir yer olarak görülmekten çıkarılıp merkezden yollanmış memurlarla yönetilmesi gerektiğini düşünen devlet-aklı zamanına ait. Nüfusunun neredeyse tamamının Süryani olduğu bu kent elbette kendi mezarlıklarını kullanıyordu. Çok az sayıda yerleşik Kürt eşraftan oluşan Müslümanların mezarlığı da ayrıydı. Bunun izleri hala şu anda da görülüyor. Ne zaman ki kentte dinsel değil milli bir hakimiyet amaçlanmaya başladı ve ne zamanki atananların çocukları da bu yerleşimde ölmeye başladılar, işte o zaman yani memleketteki aile mezarlıklarına yollanma masrafına “değmeyecek” kadar küçükler için bir “bebek mezarlığı” gerekti.

Bu küçük öykü size önemli gelmeyebilir ancak belki de sayfalarla anlatılamayacak kadar keskin bir ayrımcılığın, bir toprağı “vatan dışı” tutmanın acılı hafıza çıktılarından birisidir benim için. Bebek yaşta bir masumu dahi Süryani veya Kürt mezarlığına bırakmayacağını bu halka bu kadar açıkça ilan ettikten sonra, kime hangi nutku çekebilirsiniz ve nasıl inandırıcı olur ki!

Bebek Mezarlığı halkın hafızasında esas öznesinden çalınmış ve elimize düşmüş bir mektup gibidir: İlk mektup, yani buraya bebeklerini gömen ailelerin umduğu ve geleceğe bırakmaya çalıştığı ispat “biz bunlardan değiliz ha!” imasıdır. Ancak o ilk mektubun çağırdığı özneler de mektubu hiç umursamamış ya da kaybolmuş ama o yaranın açtığı doğrudan düşmanlığın izi açık kalmış, öznelerinin adresi yer değiştirmiştir. Geleceğe bırakılan mektup seslendiği ve parçası olmaya çalıştığı iktidar sahibinin eline değil onu anlamayı başaran halkın eline geçmiştir. Mektubun açtığı yara, yaralamak istedikleri tarafından gayet doğru anlaşılmış olarak bir parmakla işaret edilir.

Ancak, tersine bir etkiyle! Zira o ilk mektubun yarattığı dehşet hissi yazıyı da bulanıklaştırmıştı; yeni özne mektubu çalmış ama ne yazık ki uzun süren dolambaçların içinde yarı körlükle mektubu ilk yazanın trenini izliyor, yapıya gerçek adını koymanın gücünü anlayamayarak onu dolambaçlı bir arzuyla göstermeye çalışıyordu. Ne yazık ki, mektubun gölgesi kendi yansımalarını da müphemleştirmişti ve işaret edenler de (“İşte hocam, burası da bebek mezarlığı”) onun bir yansıması, müphem bir gölgesi olarak vakayı sunuyorlardı. 

Çalınmış bir mektup, onu yazanların saldığı ayrımcılık dehşetini yaraladıklarının dilinden açıkça ifşa edemiyor olsa da bizler onu dinleyenler bunun üzerine konuşmalıyız artık.  Bu kırımın gizli dehşetini, katmanlarını ve nüanslarını, bütünlüğünün içinden ve güçlü bir sesle dillendirmeliyiz. Zira bu hak, o mektubu anlamayı başarmış ancak henüz yarasını anlatmayı yeterince başaramamış insanların onurlu hakkıdır.

BeytZabdey direnişi: Kendini yönettirmeme sanatı

İdil’e ilk gittiğimde, eğitimli, akıllı ve nispeten gönül gözü açık gençlerinin bile yan gözle kilise tarafına bakıp, neden bir an önce “Mahle -i fıllah”a gitmek istediğimi hiç anlayamadıklarını, hatta o yaşa kadar bir kez bile kiliseye adım atmadıklarını öğrendiğimde hayli şaşırmıştım. Sonra, avluya sığındığımız sıcak bir Temmuz akşamı Amu Fıtrıs’ın elinden küçük ama çok lezzetli o üç inciri yiyerek BeytZabdey’in savaşını dinledim. Aslında bölük pörçük ama bir an önce anlatması gerektiğini bilenlerin telaşıyla Fıtrıs amcanın bu anlatısı, benim için o zamana kadar acısını anlamakla yetindiğim (ya da öyle sandığım) memleketimin tarihinin temeline bir direniş öyküsünü koyuyordu. Can yoldaşım Yakup Uygun’un özenle videoya aldığı dört saatlik bu sözlü anlatı, bize İdil’in direnme tarihi için ne kadar büyük bir anlamı aktarıyormuş meğer. Eliyle tek tek hangi evin dibinden hangi barikatların kurulduğunu, savaşçıların nerelerden çıkıp nasıl baskın yaptıklarını, muhkemleştirilen koruyucu duvarı, Timur Çeşmesi denilen antik harabenin nasıl kullanılmış olduğunu, çevre köylerin tek tek adlarını, Azax’a sığınmış olan Ermenilerin nerelerden geldiğini … hepsini anlatıyordu. Evet, daha önce okuduklarım arasında Süleyman Hinno korkunç bir Süryani kırımından sözediyordu (1987; TurAbdin’de Süryani Katliamı) ve dinlediklerim hep kırım ve katliam üzerineydi. Ancak direnişin İdil’in tarihindeki yerini ben ancak Amu Fıtrıs’ın bu anlatısıyla ayırt edebildim: BeytZabdey, Nisan 1915’ten 13-14 Kasım 1915’e kadar sürmüş bir direnişin başşehriydi. Bunu çok sonraları Hannouch’un Tarikh Azakh yazılarından ve D. Gaunt’un Katliamlar, Direniş ve Koruyucular (2002) kitabından okudum. Genellikle sözlü tarihin anlatıları kırımın büyüklüğü ve yıkımın korkunçluğu arasında kaybolur zira. Oysa, hayatlar ya bir sayıya ya da şiddet anlatılarına kodlandığında, aslında bu şiddeti devletin sistematik bir süreklilik ve korkunç bir acımasızlıkla nasıl planladığı ve nasıl sürdürülmüş olduğu gözden kaçabilir. Dahası, direnmiş olmanın bir itibar değil kodlanmış bir suç olduğunu kabule zorlanmaktan duyulan gizli utanç da yerleşir ve gerçeğin yalandan yalanın gerçekten ayrılamadığı, yaşamın bütünlüğünün yeterince kavranamadığı bir bulanık zamana bizi savurur.

Bir katliamı direnişiyle birlikte anlatabilmek önemlidir. Asla kırımın, yıkımın kendisini küçümsediğim ya da önemsiz gördüğüm anlamı çıkmasın bundan. Söyleyebileceğim şu: Bir direnişi küçümsemek, bugünden bakarak sonuçlar üzerinden geçmişe karar vermek kimsenin haddi değil. Süryaniler özellikle Tur Abdin bölgesi bir ışık bahçesi olarak kendini kendi içinden dini, dili, temsilleri, anlam dünyasıyla çevrelemiş ve beslemiş bir yapı olarak dirençliydi. Bölge, kendisini bir anayurd olarak mevcut zamanın mekânsal, siyasi ve düşünsel sınırlarından çok ötelere taşıyabilmiş bir sosyal yapıydı. Üzerine ordular, taşeron yağmacılar ve bin bir devlet oyunuyla yürüyenlerin anladığı devlet- vatan- iltizam kodlarına da bu ışıkla direndiler. Liderleri, normları ve dikkatle izlediği gelenekleriyle de ‘kendini yönettirmeme sanatı’nın dönemsel eşsiz temsilcileriydiler (kavram J. Scott’tan). Bu yüzden ve bu normlarıyla ve bu bütünlükleriyle direndiler.

Şimdi sürgünleştirilmiş ve kırımın öyküsüyle baş başa bırakılmış bütün halkların BeytZabdey’in bu efsane direnişinden alacakları çok önemli dersler olacağına da inanıyorum.

Benim güzel anayurdum BeytZabdey’den ya da Hezex veya İdil, nasıl seslenmek istiyorsanız. Bir gün kavuşacağımıza inanıyorum.

TOP