SABRO

Deniz bitti….

2016 yılının Ağustos ayında, Sabro’nun 54. Sayısı; “Yeni TÜRİYE” başlığı ile yayınlandı. Gazetemiz, yaptığı bu haberinde 15 Temmuz Darbe Girişimi sonrasında yaşananları ve olası beklentileri anlatmaya çalıştı. Haberin bir yerinde de şunu yazdı; “AKP ve Erdoğan iktidarı darbe girişimini bahane ederek darbeleri önlemek adına devletin yapısını tamamendeğiştiriyor. Bugüne kadar askeri devlet konumunda olan Türkiye Cumhuriyeti şimdi bir polis devletine dönüştürülüyor. Bunun yanında bugüne kadar sınırlı da olsa parlamenter yapıya sahip olan Türkiye, OHAL kapsamında yürürlüğe sokulan Kanun Hükmünde Kararname (KHK)’larla anayasal hiçbir sorumluluğu olmayan Cumhurbaşkanı’nın yönetimine bırakılıyor. Ki bu durumun sosyolojide bir karşılığı bulunmuyor”.

Evet, o zamandan bugüne yaklaşık 7 yıl geçti ve köprülerin altından çok sular aktı. AKP iktidarı, yanına aldığı MHP ile birlikte, adına “Türk Tipi Başkanlık Sistemi” denilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” değişikliğini meclisten geçiremeyince Nisan 2017’de referanduma gitti ve çok az bir farkla bu değişikliği sağladı. Ardından da bütün Türkiye tam bir polis devletine dönüştü ve her şey “tek adam yönetimi”nineliyle yapıldı. Haziran 2018’de yapılan seçimler de farklı bir sonuç getirmeye yetmedi. Çünkü daha önce yapılan anayasa değişikliği sonucunda parlamento işlevsiz bir hale getirilmişti.

Şimdi yeni bir seçim arifesindeyiz. Bana göre Türkiye, yüz yıllık tarihinin en önemli seçimlerinden birini yapıyor. Ve aslında önünde iki cumhurbaşkanı adayı veya parlamento adaylarından çok Türkiye için farklı paradigma önerileri bulunuyor. Bir tarafta, son on yılda özenle oluşturulan “polis devleti” seçeneği, diğer tarafta demokratikleşme adımlarının atılmasını isteyen seçenek yer alıyor.

Açıkçası ben bu seçime ilişkin kararın toplum tarafından büyük oranda verildiğini düşünüyorum.  Dolayısıyla yapılacak seçimlerde “polis devleti” seçeneği kaybedecek ve önümüzdeki süreçte Türkiye’de demokratikleşmeye doğru bir yolculuk başlayacak. Ancak bu yolculuk da maalesef çok büyük bedellere mal olacak. Çünkü Türkiye’de, özellikle son on yılda çok büyük tahribatlar yaşandı.

Hayata geçirilen ekonomi ve güvenlik politikaları, yürütülenuluslararası ilişkiler ve daha birçok alanda yapılanlar toplumun üzerine çok ağır yükledi. “Har vurup harman savurulan” ekonomi ciddi bir biçimde tahribat gördü ve Türkiye, tarihinin en büyük borç yükünün altına girdi. Uluslararası arenada sahip olduğu hemen hemen tüm ikili ilişkileri dumura uğrattı ve “dostum” diyebileceği Azerbaycan’ın dışında kimsesi kalmadı.

Bütün bunların yanında ama bütün bunlardan çok daha önemlisi, iktidar son on yılda yürüttüğü ekonomik, eğitim, kültürel, askeri, siyasi, vd. değişik politikalarla Türkiye toplumunu oluşturan farklı etnik, dini, kültürel kimlikleri birbirinden uzaklaştırdı. Mesela ekonomide kendine yakın bir kesim yarattı -ki bunlara “beşli çete” deniliyor- ve çok ciddi bir kamu ekonomisini bunlara aktardı.

Yine son on yılda işbaşındaki iktidar, bütün toplumdan toplanan vergilerle oluşturulan bütçelerden “imtiyazlı” tarikatlara ve dini çevrelere büyük kaynak aktarımı, eğitim imkânı ve devlet imtiyazları sağladı. Böylece imtiyazlı dini ve kültürel yapılar oluşturdu. Uyguladığı politikalarla toplumun doğal dengeleriyle oynadı.

Keskin ve ayrıştırıcı bir milliyetçi politika uygulayarak, farklılıkların bir arada yaşamasını sağlamak yerine birbirinden uzaklaşmalarına neden oldu. Ülkenin birçok yerinde etnik, dini ve kültürel anlamında sorunlar yaşandı. Ülke tarihinin hiçbir döneminde yaşanmadı kadar, Türk, Kürt, Arap, Ermeni, Süryani, Laz, Çerkez, Rum, Müslüman, Alevi, Hristiyan tartışmaları yaşandı. Ki bu tartışmalar bazı dönemlerde fiziki saldırılara kadar vardı. Yaşanan savaş nedeniyle Suriye’den kaçıp ülkemize gelen insanlar üzerinden ciddi bir yabancı düşmanlığı ve nefret söylemi gelişti.

Güvenlik politikaları adı altında toplumda tek bir farklı sesin ortaya çıkmasına izin verilmedi. Yüzlerce siyasetçi, binlerce gazeteci, onbinlerce aktivist akla hayale gelmeyen sebeplerle gözaltına alındı, işkencelerden geçirildi ve hapse atıldı. Binbirçeşit yalan dolan ve düzmece ile muhaliflerin sesi kısıldı ve pasifize edildi.

Ve tabi bütün bunlar devlete çok ciddi ekonomik yük yükledi. İktidar bu yükün altından kalkmak için de dış borçlanma yoluna gitti ve uluslararası kuruluşlardan ha bire borç aldı. Sonuçta, sadece bu iktidar döneminde, Türkiye tarihinin toplamından daha fazla dış borç aldı ve daha doğmamış çocuklarımızı büyük bir borç yükünün altına soktu.

Şimdi deniz bitti….

Ülkemiz maalesef şu anda, her anlamda çok büyük bir enkaz ile karşı karşıya bulunuyor. Daha da kötüsü, bu enkazdan kurtulmak için elinde fazla seçeneği de yok. Dolayısıyla Türkiye zorunlu olarak birinci aşamada -14 Mayıs’ta- bu iktidardan kurtulması ve ardından her anlamda ciddi bir restorasyon sürecine girmesi gerekiyor.

İşte o zaman Türkiye, denizin bittiği yerdeki karayı o zaman bulacak ve çıkıp çıkmama konusunda kararını o zaman verecek. Yani aslında bu seçim bir eşiktir. Esas seçim 14 Mayıs’tan sonrasıdır….

TOP